Sonbaharın yaralı göğünde dönen son kuş sürüsü, bir anda gözden kaybolur—geriye yalnızca kanat seslerinin yankısı kalır.
Sait Faik’in olgunluk dönemi eseri Son Kuşlar, tam da bu yankının peşine düşer: İstanbul’un kırık kaldırım taşlarından Prens Adaları’nın ıssız iskelelerine uzanan, bitip tükenmeyen bir ayrılık şarkısıdır.
Meyhane masalarında sessizce tükenen dostluklar, gölgelerle konuşan balıkçılar, rüyasında vapur düdüğü duyan yalnız çocuklar… Sait Faik, zanaatının en ince ayarını bu öykülerde sergiler: Bir sokak lambasının titrek ışığı kadar yalın, denizden esen yakıcı rüzgâr kadar serkeş cümlelerle. Her hikâyede, “insanı insan yapan” derin, fakat kırılgan bir dokunuş vardır—bazen bir martının çığlığı kadar keskin, bazen bir mendilin ucuna sızan tuzlu su kadar yumuşak.
“Bir kuşun gelip omzuna konmasını bekleyen herkes, biraz yalnızdır,” der yazar,
ama biliriz ki yalnızlık bile kuş kanadı kadar hafiftir, paylaşıldıkça.
Son Kuşlar, yazarın öykücülüğünde bir veda selamı değil, aksine sesini kalbimize kazıyan bir son nota gibidir: Bizi, biteviye giden yaz mevsiminin ucunda duran o son kuştan gözümüzü alamaz hâle getirir. Sayfaları çevirdikçe, göğsünüzde bir kanat çırpıntısı duyacaksınız; çünkü Sait Faik, kuşları uğurlarken aslında insanın yitip giden bütün sevinçlerine selam verir.
Bu kitabı elinize alın, sokak lambalarının sönük ışığında okumaya başlayın—kuşların son kez kanatlandığı gök, belki de tam o anda üzerinizde açılacaktır.