Kelimeleri ilk defa kullanmaya başladığımız, yani düşünmeye koyulduğumuz çağdan beri hepimizin, belli veya belirsiz bir hasreti vardır. Bu hasreti çok defa isimlendirmek bile mümkün değildir. Şu veya bu sandığımız zaman da aldanmış olduğumuzu görürüz, inkisara uğrarız. İşte şimdi ben, kendimi bu türlü bir hasret içinde görüyorum. İstiyorum ki, bu konuşmam, bütün yazdıklarım, söylediklerim ve düşündüklerimin en üstünü olsun... Yan, ön ve arka, başka bir bahis açmaya ihtiyacım olmasın... Fakat ne mümkün!.. (Hamlet)in dediği gibi:
“- Kelimeler, kelimeler, kelimeler!..”
Ama bu girişle, mevzuumuzun azametini biraz gösterebildimse mes’udum. Saadetim, kitaplık çapta bir fikir cehdini omuzlamaktan geliyor. Evet, kitaplık çap...
Kitap, büyük mesele!
Dikkat ederseniz Şarka, Şarkın aslî rengini veren ve kâinatın tek mümessili olan Allah Resûlüne, her şeyi anlarsınız. “İlmi kitapla kaydediniz, bağlayınız!” buyuruyor. Bu, Garbın (Rönesans)tan sonra vâsıl olduğu bir sistemdir. Orda hiçbir şey yokken bu hikmet İslâmda görülmüş... Buna dikkat etmek lâzım, insafla...
Sonraları Şark, ezbercilik âlemi olmuştur. Halbuki işin başında bu emir verilmiş... Hiçbir şey zâyi olmayacak, kitapla kaydedilecek ve kitaplık çapta çalışılacak... Kitap mevzuunda memleketimizin ne halde olduğunu görmenizi isterim. Bunu bir cümle ile geçeyim; Profesörlerimiz kitapsızdır, Şairlerimiz kitapsızdır. Yahya Kemal’in yüzüne söylemiş ve onu kitaplık bir cehde davet etmiştim: “O nedir senin yaptığın? Radyum gibi miligram miligram tartılan keyfiyetin bile kemiyete istinadı şarttır!” Bu ona çok tesir etmişti; son zamanlarında bir hamaratlık gelmişti ona... “Hürriyet” gazetesinde, şiirleri çıktı, ama yine kitaplık çapta değil... Ne yazık ki, bizde kitaplık çapta adam yoktur. Fransa’da bir lise mualliminin bile (orijinal) eseri vardır. Bugün Avrupa kültürüne örnek birçok adam vardır ki, ana eserlerini doktora tezleri olarak vermişlerdir.
İşte böyle!.. Kitap, kitap, kitap!.. Ama evvelâ kitap, kitabın kitabı ve bütün kitap mefhumunun ruhu olan Allahın Kadîm Kitabından ders alarak kula düşen vazife, kitap hacminde çalışmak... Gerisi haylâzlık ve başıboşluk...
●
Evet, işte böyle, kitaplık bir cehd içinde dâvamızı ele almak üzere, Batı dünyasına geçmeden, şimdi, umumî olarak dış cephesiyle tasavvufu gösterebiliriz. Sonra Batıya geçecek, ondan sonra da tasavvufun ruhuna nüfûz etmeye, onun potasında erimeye çalışacağız.
Tasavvuf... İslâmî ruh ikliminin, su gibi, güneş gibi, ağaç gibi, ana unsuru... Belki de hepsi birden...
Tasavvuf mevzuunda dıştan ve satıh üstü beş türlü anlayış ve görüş tespit edebiliriz:
Birincisi, bu işe akıl ermez bir keyfiyet, “evliyalık” diye bakanların basit anlayışı... Bu anlayış bir “merveyyö-fevkalâdelik” tespitinden ileriye geçemez ve hiçbir tarif ve izaha yaklaşamaz. Avam görüşü... Giderler; türbe kapılarına ve mezar parmaklıklarına çaput bağlarlar... Evliya bildikleri şahısların da önünde diz çökerler ve başka birşey bilmezler... Halbuki bu hareketlerin çoğu Şeriat ölçüsüyle yasaktır. Bağlandığı şahsın harikalar yaptığını kabûl eden, fakat bu mevzuda hiçbir şey bilmeyen kaba bir teslimiyet...
İkinci görüş, İslâmda yarı aydınların anlayışı... Bu zümre “Ledün ilmi-İç âlem bilgisi, İlâhî marifet” ve daha bir sürü yafta, klişe ve lûgat... Sadece, içinden incisi düşmüş istiridye kabukları gibi kelimeler... Çilesi çekilmemiş ıstılahlar... Üçüncü görüş, İslâmî ruha yanaşmayanların tavrı... Bunlar tasavvufun dine sonradan ekleme bir müessise olduğu va akıllarınca Şeriatın haşîn ölçülerini yumuşatmak ve tadlandırmak için getirildiği iddiasındadırlar.
Dördüncü anlayış, Batı kültürüne birazcık ulaşmış nasipsiz tiplere göre... Tasavvufun, İskenderiyye mektebi (Neo - plâtonizm)den devşirme olduğu ve yine, kuru gördükleri İslâmiyete renk ve hava getirmek için benimsendiği hayali... Küfür görüşlerinin gûya daha kültürlüsü... Beşincisi ise, din içinden tasavvufu red davranışı... İslâmiyet ve Şeriati gûya müdafaa... Tamamıyle şeytanî bir teselli içinde, tasavvufu şeriat dışı, hattâ şeriate aykırı kabûl eden bunlar, “İbn-i Teymiye” çırakları olarak tasavvufu belirtirler... Onu kanun ve ölçü dışı bir “bid’at”, yani uydurma yenilik sayarlar...
Korkunç bir hayal kuvveti olan bir ressamın çizdiği bir dağ resmi düşünün! Billûrdan bir dağ... Kat kat göğe doğru yükselmiş bu dağın etrafında nâmütenâhiye çıkan bir yol... Yol asfalttır. Yanında incecik bir çimen pist onu takipeder. Asfaltın bir yerde durur gibi olduğunu görürüz. Ondan sonra çimen pist devam eder. Dağın tepesinde muhteşem bir saray... İçinde göze görünmez mahlûkların meclis kurduğu bir saray... Bu sarayın kapısına yalnız çimen pist varıyor...
Tasavvufu böyle hayal edebiliriz. Şu var ki, bu çimen pist, geldiği asfaltın, yani ana caddenin bir kopuntusu değildir ve doğrudan doğruya ondan gelmektedir. Ondan, yani Şeriatten... Bu çimen pist, başından beri ana caddeyi takip ederek gider. Ondan sonra, Şeriatın götürdüğü hiçbir noktada ondan ayrılmaksızın devam eder.
Bu çimen yol nereye gider, nasıl gider, hangi gayeye erer; işte dâvaların dâvası!..
Herşeyden evvel şeriat ve tasavvufu böyle anlamak lâzımdır. Şeriat o füze rampasıdır ki, o rampa marifetiyle ve onun âletleriyle fezaya fırlatılmadan sonsuzluğa ermenin çaresi mevcut değildir.
Tasavvufu tek başına dinin esası kabûl edenler, tasavvufu dinin “mebnâı - temeli” bilenler, şeriatı reddedenlerdir. Küfürdür nasipleri bu adamların... Bu adamların yaptıkları hokkabazlıktır zaten... Sahte velîlerin çoğu bunlardandır.
Şeriatın tecviz etmediği, kabûl etmediği hiçbir kıymet makbul değil; ve ölçülendirmediği, kucaklamadığı hiçbir hakikat mevcut değildir. Tasavvufa dinin esası diyenler Şeriate karşı gizlice omuz çevirenlerdir ki, en büyük yanılma içindedirler.
Fakat “Şeriat öz tebliğleriyle esasdır, tasavvuf hiçbir şey değildir!” demek de Şeriatın lübbünü, ruhunu görmemek ve satıhta kalmak gibi bir hataya gider. Bakın, ne kadar ince!.. İslâm incelik işidir. Ruh ile beden arasındaki münasebeti sezenler, şeriat ve tasavvuf arası taallûku kestirirler... Şu halde tasavvufa dinin esası olmak bakımından esasın ruhu diyebiliriz. Dinin esası, ancak Resûlün tebliğ ettiğidir. Ve Şeriattır. Onun içi, mahremi, ruhu, özü tasavvuf... Tebliğ mevzuu olmayan, yani bütün beşeriyete mecburî rejim ifade etmeyen hususî eriş noktası ise tasavvuftur. Dinin esasına bağlı tamamlayıcı nokta... İşte bu şekilde, tasavvuf, ne bakımdan dinin esası, ne bakımdan değil, izah etmiş oluyoruz.
Şimdi Avrupa’ya geçmeden biraz da şeriat ve aklı ele alacağız. Şeriat akla hitap eder. Teklif akladır. Mükellef, akıldır.
Avrupa’yı gördüğünüz zaman, orada tüylerinizi ürpertici dalâletler bulacaksınız. Sakametler, abesler... Bunun anahtarını şöyle verebiliriz: Aklın bütün hududu, bütün haklarıyle beraber İslâmda çizilmiştir. İslâm esas itibariyle akıl değildir, mâkulât değildir demek, aksini iddia etmek kadar saçma... Tabire dikkat edin: Bu, akla gerektiğince kıymet vermek demektir. İslâm, mâkulün üstündeki, onun da üstündeki mâkuldür. Fakat tâbi mâkul... Ve, akıl hâkimiyeti yoktur İslâmda... Akıl teslim olur. “Ben teslimim!” der ve ondan sonradır ki hakikate erer. Akıl teslimiyette aranır. Teslim olunduktan sonra, nasıl kimse cennet için ibadet etmez, fakat ona cennet verilirse, akıl da bahşolunur, sahibine iade olunur. İşte ona İslâm, “selim akıl” der. Ve o akıl her şeydir ondan sonra...
Bilmem izah edebiliyor muyum? Akıl bu akıldır işte!.. İlerde bunun da hudutlarını anlıyacaksınız. Akıl bu kadar vardır İslâmda, ve bu kadar yoktur. Buna bir misal: Kur’ân tefsiri meselesi... Bir adam Kur’ânı tefsir etse, fakat tefsirinden evvel dese ki “ben Kur’ânı ancak aklımla tefsir ederim!” ve etse; ve tefsiri İslâmın en makbul tefsirlerinden biri olan Beyzavî Hazretlerinin tefsirine noktası noktasına mutabık çıksa, bu adamın tefsiri makbul değildir ve bu adam küfürdedir. İncelik işte burada!..
Kur’ân tefsiri işini izah edebilmek için en az yirmi konferans vermek icab eder. Bu iş böyleyken, insan “aklımla tefsir ediyorum” derken, iş bu menzeledeyken, ve Kur’âna, Türkçe Kur’ân vesaire gibi lâflar felâkettir. İşleri güçleri Şeriatı yıkmaktan başka bir şey olmayan insanların bir de tutup halkı kazanmak için (burada kabahati halkta bulacağım) şeriatın ana dayanağını -hâşâ!- romanlaştırırcasına vermeye kalkmaları ve halkın da yüzbinlercesinin buna talip olmasından daha hazin manzara olamaz. Kime anlatacağız, nasıl anlatacağız bu incelikleri?
Şeriat, mutlak ölçüler ve ebediyet sırlarının gömülü olduğu hazine kapısının açıcı şifreler manzumesidir ki, o olmaksızın hiçbir şey olamaz. Bu şifreler manzumesi dış ifadesiyle her ferde emir ve farz... Esrarına inilmesi ise emir ve farz değil... Tebliği ve tatbik maddeleri esas olan...
Böyle olunca umumî mânada tebliğ ve tatbik mevzuu olmayan hiçbir şey dinin esası olamaz. Ama esasa bağlı ve esas yolunda hususî bir varış noktası olabilir. İşte şeriatle tasavvuf arasında, kalıpla, kalıpta dökülen anahtarı andırıcı mahrem münasebet!.. Akla gelince, o da teslim olduktan sonra gerçek hürriyet ve üstün hakikate eren vasıta...
Akıl sırrı derin... Yalnız aklı anlatmak için kamuslar doldurmak lâzım... Akıl vardır İslâmda... Öyle ki, var’la yok arasında bir mevcut... İşte hak dinin hususîliği de bu!.. Olması gereken yerde var, olmaması gereken yerde yok...
Katolik dininde (Moryak), (Morua), şu, bu (Akademi Fransez) âzaları ve Fransa’nın en büyük edipleri, İslâm diniyle ilgilenen (Masinyon), kral, prens, tüccar, profesör, filozof, misyoner, kiliseye giderler, diz üstü çökerler; papas gelir yanlarına, kuru bir ekmek parçası uzatır; “Bu Hazret-i İsa’nın -hâşâ- etidir, inandın mı?” der. Muhatabı, “inandım!” der. Şimdi bakın, burdaki akla! Burada bir bedahet vardır. Teklifler abestir. Bu adamlar, aklı baltalayıcı noktaya varmışlardır ama, akılla abes, mümkünle muhal arasını ayırd edecek muvazeneyi elden kaçırmışlardır. Ve bir kere inandıkları için, her türlü saçmalığa kucak açma felâketine düşmekten kurtulamamışlardır. İman ile akıl arası muvazeneyi bozmuşlardır. Dedik ya, İslâmda akıl evvelâ Allaha teslim, sonra kula iade edilir ve tam akılla hareket gerçekleşir.
Şimdi, akıl deyince oradan iş felsefeye dökülüyor.
Felsefe aklın, kendi hükümdarlığını göstermek için kurduğu müessise... Ve doğruyu bulmanın değil de yanlışı düzeltmenin müessisesi... Felsefede her mektep, öbürünün yanlışını gösterirken doğruyu söyler.
Felsefeyi de şu şekilde izah ettikten sonra Garp tefekkürüne geçip bilâhare tasavvufa döneceğiz. Felsefe, hakikati hiçbir çıkış noktası olmaksızın serbest arama yoludur. Kelime iştikakı (filos) ve (zofos)tan gelir. Yunanca... “Hikmet dostluğu” demek... Peşin hiçbir şeye inanmaz. Yahut peşin inanmak diye birşey yoktur sisteminde... “Hakikatı bulacağım, ona memurum” der ve başsız, sonsuz, arar; bir odada saklanmış bir eşya gibi... Kâinatta saklanmış şeyi, mücerredi aramanın müessisesi felsefe... Din ise odadaki gizli şeyi peşin bildirmenin yolu... O malûm şey yerinde dururken ayrıca aramaya nasıl müsaade olunur? En güzel izah olabilir, bu... (Paskal) varmıştır, bu ince hakikate... O, vâhid olan “şey”in mihrakı etrafında, ebedî meçhule doğru hudutsuz bir fikir cehdi... Aklın vazifesi budur. Bunun ismi hikmettir, felsefe değildir. Felsefe bulmanın değil, boyuna aramanın yolu...
Burada çekinmeden söyleyebilirim ki, bu dünyaya hiçbir insan gelmemiştir ki, “hakikate talibim” demesin. Komünist de bunu der, herkes de... Ve yine herkes bilir ki, hakikat tektir. Bunu bedahet halinde biliriz. Hakikat tektir. Hakikati bulan, onu nâmütenâhide arar mı? Onun için dinlerin felsefeye karşı bakışına dikkat etmek lâzım...
Din, buluş; felsefe ise bulduğu herşeyde hatâlı veya hatâ etmesi mümkün bir arayış... Böyle olunca, elbette ki, “sabit”in değişene ve mihverini bulamıyana tahammülü olamaz. Hiçbir kararsızlık kararın yerini tutamaz ve kuvvetini kazanamaz.
“Sabit” üzerinde donmamak ve her ân arayıcılıkta devam etmekse, ancak o “sabit”in bağlısı meçhuller âlemi üzerinde derinleşmekle olur. Dindar, mihverlik bir inanış etrafında fezayı dolaşırken, başıboş hakikat arayıcısı onu her defa kaybedici, neticesiz bir maceraya mahkûmdur.
Böylece hududu iyi çizmek şartıyle felsefeden istifadenin binbir şer’î ve makbul yolu vardır. Tasavvuf bazı hikmetleri bakımından felsefeye yakındır. İşte bir mihver etrafında meçhuller âlemini çevrelemenin mübarek mektebi... Fakat şeriatın hiçbir alâkası yoktur felsefeyle... Şeriatteki mânalara, evet, hikmet denir. Felsefenin sefaletini, felsefede en büyük eserlerini vermiş Avrupalı filozoflardan dinleyeceğiz birazdan... Şimdi bu hal üzere bırakalım felsefeyi... Ve şu kadarını söyleyelim:
Hududunu tanıyan, tükeniş sınırlarını gören akıl, dince en mübarek vasıta... Ve kendi kendisini yenmeye, çürüğe çıkartmaya memur köle âlet...
Bütün Garp, büyük bir felsefe zinciri halinde gelir. Ve bütün bu geliş, kendisini tatmin etmeyen ve daima yanlışlar içinde boğulan bir manzara çizer.
Biz felsefeyi işte böyle anlarız ve ancak meçhullerini nâmütenâhi bildiğimiz Mutlak Hakikat etrafında, tâbi bir müessise olarak lüzumlu görürüz. Hakikatı aramakta “buldum!” yobazlığına düşmemek ve “buldum!” denilen vâhidin, mutlak surette bulunduktan sonra da nice arayışlara muhtaç olduğunu göstermek için felsefî tefekküre de öz hududu içinde yer veririz.
Bir zamanların İslâm medresesi -ki eski devirlerin en mükemmel tahsil ocağı- felsefeyle hikmet arası çizginin en sadık muhafızı olmuştur. Bizim bugün o büyük medeniyetin ruhunu ihtiva eden büyük külliyemiz, hakikî mânada üniversitemiz olsa, felsefe fakültemiz de olur. Fakat biz -söyledik ya- peşinen biliriz ki, felsefe, birbirinin yanlışını çıkarmaya memur, sonu gelmez ve bir noktada durmaz serseri bir katar... Ve uçurum yolcusu...
Bu tarifi kabûl etmeyecek tek Avrupalı yoktur. Şimdi ileride daha iyi göreceksiniz; birbirinin yanlışını çıkarmaya memur ve her defa müflis hakikat nerede, biz neredeyiz?
Bırakın, onlar patırdı ede ede gerçeği araya dursunlar.
Biz felsefeyi, dalâletin, inkârın ve fikir kargaşalığının insana getirdiği hal olarak, tarihî bir sayıklama manzumesi, aldanışlar tablosu diye görmekte mazuruz. O bir ahlâk da getiremez; getirse bile bunu müeyyideleştiremez.
Ona düşen, nihaî illiyet ve gaiyet üzerinde görüş selâhiyeti olmadığını tasdik yoluyle, kanunları vazedilmiş ve ilmîleştirilmiş sahalarda söz sahibi olmaktır ki, o takdirde vazifesi fazilet ve ismi hikmet olur. Felsefeyi andırıcı, fakat metod olarak ona tamamiyle zıt, bağlı tefekkür ocaklarından biri de “Kelâm ilmi”dir.
Fakat bu dâvaya en güzel cevabı, akıl üstü bir irtifadan yine tasavvuf vermiştir:
“- Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız...”
İleride sırlarını daha yakından göreceğimiz akıl ve felsefe bahsini, giriş halinde bu kadarıyle bırakıp hemen Batıya dönelim.